Osmanlı İslam Hukukunda Aile ve Boşanma

Osmanlı İslam hukukunda aile ve boşanma konuları günümüzde dini açıdan halen görülmektedir. Bu konu hakkında detaylı bilgiler için lütfen sayfanın sonunda kadar okuyunuz.

İslam Aile Hukuku ve İslamda Boşanma, Nafaka, Velayet Konuları Nasıldır?

Bu yazı Osmanlı Şer’iye Kayıtları Kaynak alınarak hazırlanmıştır.

Hanefi Mezhebine Tabi olan Osmanlı İmparatorluğu sınırlarının Anadolu genelinde geçerli olan Aile Hukuku, Boşanma, Nafaka ve Velayet Konuları ile ilgili olarak Yıllar süren ve İlahiyat fakülteleri ile Diyanet İşleri Bakanlığı yayınlarının içerisinden onlarca eserden alıntı yapılarak oluşturulan bu yazı Yakın tarih sayılan 1700 lü yıllarda Hanefi mezhebine tabi İslam coğrafyasında Aile hukuku konularının ele alış biçimini özetlemektedir.


İslam Hukukunda Evlilik Birliğinin Sona Ermesi; | BOŞANMA

İslâm hukuku, gerek gördüklerinde taraflara evlilik bağını çözme hakkı tanımaktadır.  Bazı hukuk sistemlerinde olduğu gibi taraflar istemedikleri halde evli kalmaya zorlanmaz.  Bu bakımdan İslâm hukukunda evlilik birliği, belirli usul ve yöntemlerle sona erdirilebilir.

İslâm hukukunda evlilik birliğini sona erdiren yollardan biri erkeğin eşini boşaması‘dır. İslâm hukuk literatüründeki karşılığı talak olan bu tür boşama erkeğe tanınan bir haktır. Evlilik ile kazanılan hakları düşüren bir tasarruf olan talak hakkı en çok üç defa kullanılabilir. Bu bakımdan talak ric’î ve bâin olmak üzere ikiye ayrılır. Evliliğe tekrar dönüş imkânı veren ric’î talak üç boşama hakkının tüketilmemiş olduğu veya kesin ayrılığın söz konusu olmadığı boşamayı ifade eder. Üç hak kullanılarak üç boşama yetkisinin tamamı tüketildiğinde bu boşama “bâin” talak olur ve bu durum kesin ayrılık ortaya çıkar. Ric’î talâkta olduğu gibi boşayan kocanın tekrar evliliğe devam etmesi mümkün değildir.  Belgeler Osmanlı Aile hukuku mevzuatı içinde bu tür boşamalara yer verilmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim bir takım evlilikler bu usullerle sonlandırılmıştır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Osmanlı Devletinin vatandaşları arasında gayr-i müslimler de bulunmaktadır. Bunlar belirli konularda kendi hukuk sistemlerine bağlı olmakla birlikte onlara, bir kısım konularda ayrıca kendi istekleri ile İslâm hukukunun hükümleri uygulanmıştır. Gayr-i müslimlerin tabi olduğu hukuk alanlarından birinin aile hukuku olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Pöryem veledi Karbet mahkemede karısı Zümerred binti Bugasa’yı bâin talakla boşadığını ve onun başka biri ile evlenip boşanmadıkça tekrar evlenmelerinin helal olmayacağını beyan etmiş ve bu durum mahkeme tarafından sicile kaydedilmiştir.

Talak yoluyla evlilik birliğinin sona ermesi için, boşamanın koca veya vekili tarafından yapılmış olması gerekir. Çünkü talak şahsa bağlı bir haktır. Bu sebeple evlilik ancak koca veya vekili tarafından sonlandırılır. Başka biri talak hakkına sahip olamayacağı için evliliği sonlandıramaz. Talakın vekil aracılığı ile icra edilmesi çok az rastlanan bir uygulamadır. Kötüye kullanılma riski her zaman ihtimal dahilinde olması sebebiyle, boşamaya vekalet tasarruf zamanı ve yetki sınırları belirlenerek verilmektedir. Bu şekilde de olsa boşamaya vekil tayin edildiği olmuştur. Ancak bu yukarıdaki sınırlar içinde ve genellikle kocanın başka bir yerde bulunduğu durumlarda söz konusu olmuştur.

Örneğin ticari amaçla şehir dışında bulunan Ömer b. Yusuf isimli şahıs, 6 ay içinde evine dönmediği taktirde eşini bâin talakla boşamak üzere Ali bey isimli şahsı vekil ve kâimi makâm tayin etmesi bu şekilde yorumlanabilir.

Kadının Boşanma Talebinde Bulunması (tefrik)

İslâm hukukuna göre kadın, boşama yetkisini aldığı (tefvizi talâk) durumlarda evlilik birliğini sonlandırabilir. Esasen bu, talak kapsamında görülür. Bunun dışında kadın, boşama yetkisi olmaksızın bazı gerekçelerle boşanma talebinde de bulunabilir ki bu tefrik terimi ile ifade edilmektedir. Örneğin evliliğe katlanılması çok güç olan durumlarda kadın ayrılma talebi ile mahkemeye başvurup hakimin tefrik kararı vermesini isteyebilir. Haklı bulunması halinde hakim ayrılmalarına karar vererek evlilik birliğini sonlandırmış olur.

Kadının boşanma talebinde bulunabileceği durumlar, hastalık,  Hanefiler dışında kalan İslam hukukçularına göre nafakayı temin etmeme,  kocanın kaybolması ve şiddetli geçimsizlik halleridir. Hanefi hukukçuları bunların bir kısmını kabul etmedikleri için, hakimin boşama kararı vermesine gerekçe olabilecek sebepler oldukça sınırlı olduğu belirtilmektedir.  Örneğin Ebu Hanife ve Ebu Yusuf akıl hastalığını tefrik sebebi saymamaktadır.  Yine az önce değinildiği gibi Hanefi hukukçularına göre nafakayı ödememek ayrılma sebebi sayılmaz.  Kayıplık hali için de aynı anlayış söz konusudur. Hakim kocanın ölüm kararını verip eşin boşanmasına hükmedebilmesi için kocanın emsallerinin ölmüş olmasını bekler. Öncesinde öldüğüne ve buna bağlı olarak karısı ile arasındaki nikahın sona ermiş olduğuna dair hüküm veremez.

Osmanlı toplumunda yaygın olarak Hanefi mezhebinin hakim olduğu bilinen bir durumdur. Ancak bazı konularda mezhep hükümlerine aykırı uygulamalar da olmuştur. Bu tür uygulamaların bulunduğu konulardan biri de kadının boşanmak üzere hakime başvurmasıdır. Nitekim incelediğimiz defterlerde Hanefi mezhebinin yukarıdaki anlayışına rağmen, kadınların hakimden değişik sebeplerle boşanma talebinde bulundukları kayıtlara geçmiştir. Bu sebeplerden biri de kocanın eve gelmemesi ve dolayısıyla kocalık görevlerini yapmamış olmasıdır. Hatta böyle bir durumda kocanın evin ihtiyaçlarını karşılamış olması karısının boşanma talebine engel sayılmamıştır.

Tokat ilinin eski Mahkeme mahallesinde oturan, ticaret yapmak maksadıyla ayrılıp 5-6 ay gibi bir süre evinden ayrı kalan Ömer b. Yusuf, bu süre zarfında eşinin giyim vb ihtiyaçları için harçlık gönderdiği halde, karısı Aşure binti Ali’nin, kocasının eve gelmediği, bundan rencide olduğu ve acı çektiği (müteellim) gerekçesiyle bain talak üzere (kesin ayrılık) boşanma talebinde bulunması üzerine, adı geçen koca, 6 ay içinde döneceğine söz vermesi, aksi taktirde Ali bey isimli şahsı boşamaya vekil tayin ettiğini bildirir.  İşte bu kayıt bu konuda önemli bir belge teşkil etmektedir. Bununla birlikte kayıtta görüldüğü üzere kocasının eve gelmemesinden olumsuz yönde etkilenen kadının boşanma talebinde bulunmasına rağmen mahkeme boşama kararı vermemiştir. Çünkü Hanefi hukukçularına göre kötü muamele sebebiyle kadının mahkeme kararıyla boşanmasını kabul etmedikleri için mahkeme boşama kararı vermemiştir. Ancak aile içindeki olumsuzluğu gidermek için Osmanlı mahkemeleri çare olarak kocayı örnekte olduğu gibi şartlı boşamaya zorlamakta, durumun düzelmemesi halinde başkaca bir işleme gerek kalmaksızın kadının bu evliliği sona ermektedir.

Muhâlea | Anlaşmalı Boşanma Benzeri

İslâm hukukunda evlilik birliğini sona erdiren yollardan biri de “muhâle’a” yöntemidir. Tarafların karşılıklı rızaları ile gerçekleşen bu boşama yöntemi, kadının mehir alacağından feragat etmesi veya bir mal karşılığında kocasının kendisini boşamaya razı etmesidir.  Muhâlea, İslâm hukukunda yalnız kocaya ait olan boşama yetkisinin bir istisnasını teşkil ettiği gibi, kadının istemediği bir evlilikten kurtulmasını da sağlamış olmaktadır.  Muhâlea talebini bizzat kadının kendisi ileri sürebileceği gibi vekili aracılığı ile de muhale talebinde bulunup bu yolla boşanabilir.

“Eğer Allah’ın yasalarını ikisi koruyamayacaklar diye korkarsanız, o zaman kadının fidye vermesinde ikisine de günah yoktur”  ayetine dayanan muhalea yöntemi uygulamaya da geçmiştir. Bursanın Koca Yunus mahallesinde ikamet eden Ümmi Hatun binti el- Hac Nebi isimli kadın kocası Mustafa b. Mehmet ile, 5000 Osmanlı dirhemi tutarındaki mehr-i müeccel, nafaka ve sükna hakkından feragat etme karşılığında muhâlea yapmış ve bu suretle boşanmış olduğu sicile kaydedilmiştir.

Osmanlı toplumunda kesin ayrılığı (bâin) sağlayan muhâle’a yöntemine yalnız Müslüman kadınlar değil gayrimüslim kadınlar da başvurmuştur. Örneğin Notahor binti Kedtür adındaki ermeni asıllı kadın, kocası Yakob veledi Köfük ile 300 gümüş dirhem, iddet nafakası ve iskan bedeli karşılığında muhâlea yaptığı kayda geçmiştir. Aynı sicil tutanağında eski kocası ile ancak yeni bir nikah akdi yaparak evlenebileceğine dair beyan da yer almaktadır. Bu da İslâm aile hukukunun muhâlea ile ilgili detay hükümlerindendir. Zira İslâm hukukunda boşama ric’î ve bâin olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Evliliğe devam etme imkanı veren ric’î boşamada, koca evlilik hayatını sürdürmek istediğinde bekleme süresi (iddet) dolmamış ise eşi ile birlikte yaşamaya devam edebilirler. Bunun için yeni bir nikah yapmak gerekmez. Bâin talak ile boşamalarda ise eşler tekrar bir araya gelmek istediklerinde, yeni bir nikah akdi yapmak gerekir. İşte kayıtta yer alan beyan bu hükmün pratiğe yansıyan ifadesidir.

İslâm hukukunda evlilik birliğini sona erdirmek bir takım hukukî sonuçları ortaya çıkarır. Bunlardan biri boşanan kadının üç kuru’ (temizlik/hayız) süresince beklemesidir. İddet denilen bu süre zarfında kadın başka biri ile evlilik yapamaz. Bu süre zarfında nafakası kocası tarafından temin edilir. Yine koca, boşadığı eşini derhal evi terk etmesini isteyemez. Çünkü boşanan kadın, boşama vuku bulduğu andan başlayarak iddet süresi doluncaya kadar süknâ hakkına sahiptir. Koca, kendi yaşadığı evin bir bölümünde veya başka bir evde boşanan eşinin ikamet etmesini sağlamak zorundadır. Bu hak İslâm hukukunun klasik kaynaklarında genel olarak iddet nafakası hakkı kapsamı içinde değerlendirilir. Osmanlı hukuku uygulamasında ise sadece süknâ hakkı ayrıca konu edilmiştir.

Netice olarak denilebilir ki, Osmanlı aile hukuku İslam hukukuna tanzim edilmiş ve bu alanda çıkan sorunlar buna göre çözümlenmiştir.

Evliliğin Sona Ermesinin Sonuçları

Evliliğin sona ermesi bir takım sonuçlar ortaya çıkarır. Ayrılan eşler, nikah bağının çözülmesi ile bir takım haklara sahip olduğu gibi bazı sorumluluklar üstlenir. Bunların başında iddet bekleme ve iddet nafakası gelmektedir.

Talak, fesih, tefrik ve ölüm gibi sebeplerden biri ile evliliğin sona ermesi halinde kadın belli bir süre beklemek zorundadır.  Bu süre dolmadan kadın başka biri ile evlilik yapamaz. Evliliği sona eren kadının belirli bir süre beklemesi emri bir takım maksatları gerçekleştirmeye yönelik bir hükümdür. Bunların başında kadının hamile olup olmadığının anlaşılması gelmektedir. Yine, boşanma ric’î talak ile gerçekleşmiş ise evliliğe dönmek için kocaya düşünme imkanı sağlamak da gerçekleşmesi beklenen bir başka amaçtır. Diğer yandan vefat eden kocanın hatırasına hürmet, süre beklemenin amaçları arasında yer almaktadır.

Kadının beklemesi gereken süre, evliliği sona erdiren sebebe göre değişmektedir. Evlilik talak ile son bulmuş ise bekleme süresi, Kur’an’ın beyanıyla üç kuru (hayız veya tuhur) müddetidir.  Kocanın ölmesi halinde ise dört ay on gün beklenir.  Hamile kadınların bekleme süresi doğumla son bulur.

İddet Nafakası

Boşama ile evliliği sona eren kadının, beklemek zorunda olduğu iddet süresinde geçimi kocası tarafından karşılanır. Hanefî hukukçularına göre ister ric’î isterse bâin talakla boşanmış olsun her iki durumda da kadının nafakası boşayan kocası tarafından temin edilir.  Hatta nikâh akdinin fesih ile sonlandığı bazı durumlarda da kadına iddet nafakası ödenir. Buna karşın evliliğin ölümle sona ermesi halinde iddet bekleyen kadına nafaka ödemek gerekmez. Çünkü bu durumda olan kadının kocasından miras alacağı için geçimini sürdürebilecek ekonomik imkana sahip olacaktır. Kocası ölen kadının iddet nafakası alma hakkına sahip olmadığında İslâm hukukçuları arasında görüş birliği bulunmaktadır.

Daha önce de belirtildiği gibi iddet nafakası yiyecek, giyecek, oturacak ev ve diğer zorunlu ihtiyaçlardan oluşur. Buna göre nafaka yükümlüsü koca, boşamış olduğu eşinin bekleme süresinde yiyecek, giyecek, sağlık ve barınma giderlerini karşılamak zorundadır.

Mehr-i Müeccelin Muacceliyet Kesbetmesi

Daha önce de belirtildiği üzere ödenmesi daha sonraki bir zamana bırakılan mehir, evlilik birliğinin sona ermesi ile muacceliyet kesbeder. Çünkü mehrin ödenmesi için tanınan vade ölüm veya boşama anını geçemez.  Dolayısıyla kadın mehir alacağının derhal ödenmesini talep edebilir. Evlilik birliği boşama ile sona ermiş ise mehri ödemekle yükümlü olan, boşama tasarrufunda bulunan kocadır.

Tahlilini yaptığımız defterde bu yönde birçok kayıt bulunmaktadır. Bunlardan birinde Hacılar mahallesinde oturmakta olan Ümmühan binti Mahammed isimli kadın, kendisini bâin talakla boşayan eski kocasının zimmetinde bulunan 500 akçe tutarındaki alacağını tamamen aldığını ve başka alacağı kalmadığını ikrar etmiştir.  Yine Murad Bey mahallesi sakinlerinden Aişe binti Osman mahkemeye başvurarak, boşandığı kocası Müyesser b. Süleyman’dan, zamanın rayici ile mehr-i müecceleden 600 akçe alacağı olduğunu ve bunun Şer’an alınmasını talep etmiştir.

Evlilik ölümle sona ermiş ise mehir, bir borç olarak terekeye intikal eder. Murisin diğer borçlarında olduğu gibi terekenin mirasçılara dağıtımından önce bunun ödenmesi gerekir. Vefat eden Osman Çelebi isimli şahsın hanımının, ölen kocası üzerinde borç olarak bulunan mehr-i müecceli ve diğer haklarını almak üzere mahkemeye başvurması bunu gösteren bir belgedir.  Yine Hoca Menteş mahallesi sakinlerinden vefat etmiş olan Mehmet b. Sevindik adındaki kişinin eşi Fatma binti Mustafa, ölen eşinden alacağı olan 400 akçe tutarındaki mehr-i müeccelini, ölen eşi ve varislerinden aldığına dair ikrar kayıt, bu konuda bir başka belge teşkil etmektedir.

Küçük Çocuklar İçin Vasî Tayini

Aile hukukunda düzenleme sahalarından biri de Vesayet’ müessesesidir. Bir kişinin, özellikle ‘medenî hakları’ kullanabilmesi için bir takım vasıfları taşıması gerekir. Lehine ve aleyhine olabilecek durumları ayırt edebilecek melekelerden yoksun, yani mümeyyiz ve fârık olmayan kişiler sözü edilen hakları kullanamazlar. Küçükler, her ne kadar zaman içinde bazı sezgilere sahip olabiliyorlarsa da, hukukun aradığı anlamda fârık değillerdir. Bu yüzden küçüklerin

gerek şahsına bağlı ve gerekse malî haklarının korunması ve geliştirilmesi gerekir  ve bunları üstlenecek velî tayin etmek icap eder.

Velî, küçüğün okuması, sanat öğrenmesi, yerine göre evlendirilmesi gibi doğrudan doğruya küçüğün şahsına bağlı hakların kullanılması ile mallarının korunması ve idaresine yönelik yetkiye sahip olan kişidir. Vasî ise, velînin bulunmadığı durumlarda küçüğün himaye ve temsil yetkisini üzerine alan kişidir.

Baba, ölümü halinde küçüğün velayetini üstlenecek birisini vasî olarak tayin edebilir. Böyle bir durumda babadan sonra velâyet yetkisini, onun tayin etmiş olduğu kişi üstlenir. Kayıtlarda bu şekilde vasî tayin edildiğini gösteren belgeler bulunmaktadır.  Örneğin Helvalı mahallesi sakinlerinden Mehmet Çelebi isimli şahıs ölümcül hastalık (maradu’l-mevt) halinde küçük kızı Râziye için Ali Çelebi’yi vasî tayin etmiştir. Yine Mahmut b. Eyyub isimli küçük için Şemsüddîn adındaki bir kişinin vasî tayin edildiğine dair bilgi yer almaktadır.  Kayıtta adı geçen kişinin hakim tarafından vasî tayin edildiği belirtilmemiş ve yalnız küçüğün vasîsi olduğunun kayda geçilmesi, bu kişinin İslâm hukukundaki kural gereği baba tarafından vasî olarak seçildiğini düşündürmektedir.

Baba vasî tayin etmemiş ise velayet yetkisi dedeye geçer. Eğer küçüğün baba ve dedesi ölmüş ve de vasî tayin edilmemiş ise yetki hâkime intikal eder. Hâkim bu yetkisini tayin edeceği vasî ile kullanır ki, bu vasîye ‘vasıyyü’l-kadî’ denir. Nitekim Halil b. Yusuf isimli küçük için hakim, annesi Aişe binti Hüseyin’in talebi üzerine Hüseyin b. Kıyâm’ı vasî tayin etmesi bunu göstermektedir.

Bu kayıtta olduğu gibi küçüğün annesi olduğu halde başka biri vasî olarak tayin edilebildiği gibi bizzat anne de vasî olabilmektedir. Emine binti Pir Ali’nin, küçük oğlu adına vesayet yetkisine dayanarak miras olarak intikal eden dükkanın tahliyesini talep etmesi  ve Doğanbey mahallesi sakinlerinden Nasuh b. Ali isimli küçüğün annesi Aişe binti Seyyid Ahmet, onun mallarını korumak, haklarını almak ve bunun için hukukî yollara başvurmak üzere Deveci Ahmet b. İlyas isimli şahsı vekil tayin etmiş olması  bu hususu ortaya koyan belgelerdir. Bu son belge aynı zamanda vasîlerin üstlendikleri görevi bizzat kendilerinin yerine getirmesi gerekmediği ve bu konuda vekâlet verebileceklerini de göstermektedir.

Babanın tayin etmiş olduğu vasî, genel olarak küçüğün malla-rının idaresi ile meşgul olur. Küçüğün lehine olmak kaydıyla, küçüğün malı ile ticaret yaparak malvarlığını değerlendirebilir. Yine küçük adına teberru kabul etmek ve ona intikal eden miras payını almak gibi tamamen küçüğün yararına olan işleri yapabilir. Birçok kayıtta vasîlerin bu tür yetkileri kullandıkları görülmektedir.  Fakat zorunlu haller dışında küçüğün mallarını başkasına satamayacağı gibi kendi de satın alamaz. Zorunlu hallere örnek olarak küçüğün borçlarını ödemek üzere vasînin küçüğe ait malları sattıkları gözlemlenmektedir.  Bunun gibi bir zorunluluk bulunmadığı halde ve yukarıdaki engelleyici hükme rağmen vasilerin, küçüklere ait malları satma işleminde olduğu gibi kiralama konusunda da aynı hükümler geçerli olduğu halde kira işlemi yaptıkları ve hatta küçüğe ait iken sattıkları malı kiralamış oldukları kayıtlarda yer almaktadır.

Vasiler satım ve kira akdi dışında âriye, karz, rehin, havâle, sulh ve ibrâ gibi sözleşmelere küçük adına taraf olabilir. Vasi, kendisi için takdir edilen ücret dışında küçüğe ait mallardan yararlanamaz. Ancak belgelerde vasilerin, üstlendikleri görev nedeniyle herhangi bir ücret alıp almadıklarından bahsedilmemektedir.

Vasilerin yetkileri küçüklerin belli bir çağa geldiklerinde sona erer. İncelediğimiz defterlerde okunan kayıtlarda bu çağın yaş ile belirlendiğini gösteren bir belge yer almamaktadır. Fakat vasinin velayet yetkisinin süresinin dönem olarak belirlendiği bunun da rüşd çağı olduğu görülmektedir. Daha önce de geçen kayıtta Şemsüddin isimli şahsın, Şekerhoca mahallesi sakinlerinden vefat eden Ümmü Gülsüm binti Ali’nin küçük oğlu Mahmud b. Eyyub’un rüşd çağına gelinceye kadar vasi tayin edilmiş olması bunu göstermektedir.

Diğer yandan bazı durumlarda vasinin yapacağı işlemleri kontrol etmek üzere bir ‘nâzır’ tayin edildiği de görülmektedir.  Özellikle küçüğün annesinin vasi olduğu durumlarda dedesi hayatta ise o nâzır olarak görevlendirilmektedir. Örneğin kızlarının vasisi olan Fatma isimli şahsa, küçük kızların dedesi Ebû Bekr b. Alaüddin nâzır olarak tayin edilmiştir.  Anne dışındaki vasiler için de nâzır tayin etme uygulaması görülmektedir. Ali b. Mehmed isimli şahıs, Ayşe ve Fatma isimli küçüklerin vasisi Ali b. Abdullah’a nâzır tayin edilmesi bunu göstermektedir.

Nazır tayin etme teoride bulunmamasına rağmen, küçüklerin haklarının korunması ve belki de bu konudaki açıkların kapatılması açısından geliştirilmiş bir çözümdür ve buna engel olacak bir hüküm de bulunmamaktadır. Yine buradan hareketle denilebilir ki, Osmanlı mahkemeleri, dayandıkları genelde İslâm hukuku ve özelde Hanefî hukuku içinde yer almayan bu konularda, sistemin esası ile çatışmayacak pratik çözümler geliştirip uygulamaya sokmuştur.

İSLAM’DA EVLİLİK BOŞANMA ve SONUÇLARI 

Sonuç itibariyle İslâm aile hukuku, Osmanlı tatbikatı içinde titiz sayılabilecek bir uygulama alanı bulmuştur. Osmanlı kadıları genellikle İslâm hukukçularının koydukları hükümlere bağlı kalmışlardır. Osmanlı coğrafyasında yaygın olan mezhebin Hanefî mezhebi olması nedeniyle kadılar genellikle adı geçen mezhebin hükümlerine göre karar vermişlerdir. Gerekmedikçe İslâm hukukunun dışına çıkılmamaya özen gösterilmiştir. Bununla birlikte toplumsal ihtiyaçları karşılamak ve İslâm hukukçularının kendi zamanlarının şartlarını yansıtan, fakat yaşanan zaman diliminde sıkıntıya neden olan durumlarda, Osmanlı mahkemeleri özel tedbirler geliştirmişlerdir. Az önce geçen nazır tayini ile boşanmalarda kocanın şartlı talaka zorlanması buna örnek olarak gösterilebilir. İstisna sayılabilecek bu gibi durumlar dışında Osmanlı mahkemelerinde İslâm hukukuna uyulduğu söylenebilir.

Open chat